ISSN: 2979-9538
Volume : 3 Issue : 1 Year : 2023
Indexing



Quick Search




NORTHWESTERN MEDICAL JOURNAL - Northwest Med J: 3 (1)
Volume: 3  Issue: 1 - 2023
1.Cover

Page I

2.Advisory Board

Pages II - VIII

3.Contents

Page IX

4.Editorial

Page X

ORIGINAL RESEARCH
5.The role of body mass index in postoperative complications of surgical treatment for early-stage lung cancer cases
Sercan Aydın, Gizem Keçeci Özgür, Tevfik İlker Akçam, Ayşe Gül Ergönül, Ali Özdil, Kutsal Turhan, Alpaslan Çakan, Ufuk Çağırıcı
doi: 10.54307/NWMJ.2023.00710  Pages 1 - 8
GİRİŞ ve AMAÇ: Beden kitle indeksi ameliyatlar sonrası komplikasyonları etkileyebilecek önemli bir durumdur. Literatürde bu konuda araştırmalar bulunsa da çalışmamızda farklı olarak operasyon tipi ve hastalık evresi gibi postoperatif komplikasyonları doğrudan etkileyebilecek unsurları sınırlandırarak beden kitle indeksi ile akciğer kanseri cerrahisinin komplikasyonları arasındaki ilişkiyi daha net bir şekilde ortaya koymayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde Ocak 2014 – Ekim 2021 tarihleri arasında erken evre primer akciğer kanseri nedeniyle torakotomi ile lobektomi uygulanan olgular retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya dahil olan 292 hastanın demografik özellikleri ve dünya sağlık örgütünün önerisine göre gruplandırılmış beden kitle indeksleri (BKİ), postoperatif komplikasyonları ve yatış süreleri ile analiz edildi.
BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 61.93±0.55 (34-86) yıl, beden kitle indeksi ortalaması 26.89±0.30 (16.44-58.27) kg/m² olarak hesaplandı. Grup 1 için ortalama BKİ değerinin 17.40 kg/m², grup 2 için 22.55 kg/m², grup 3 için 27.25 kg/m², grup 4 için 33.75 kg/m² olduğu saptandı. Grup 1’ deki olguların %71.4’ ünde en az bir komplikasyon gelişirken grup 2, grup 3 ve grup 4 için bu değerler sırasıyla %58.5 - %52.8 - %35.2 olarak bulundu. Yüksek beden kitle indeksli olguların postoperatif dönemde komplikasyon gelişimi açısından daha düşük risk taşıdığı belirlendi (p=0.003).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akciğer kanseri sebebi ile rezeksiyon planlanan olgularda beden kitle indeksinin pos-toperatif komplikasyonlar, uzamış hava drenajı ve hemoraji açısından fikir verebilecek bir faktör olduğunu saptadık.
INTRODUCTION: Body mass index is an important condition that may affect postoperative complications. Although there are studies on this subject in the literature, we aimed to reveal the relationship between body mass index and complications in lung cancer surgery more distinctly by limiting the factors that may directly affect postoperative complications such as operation type and staging.
METHODS: Patients undergoing thoracotomy and lobectomy for early-stage primary lung cancer in our clinic between January 2014 and October 2021 were retrospectively analyzed. The demographic characteristics of the 292 patients and their body mass indexes (BMI) were grouped in line with the recommendation of the World Health Organization and analyzed in terms of postoperative complications and length of stay.
RESULTS: The mean age of the cases was 61.93±0.55 (34-86) years, and the mean body mass index was 26.89±0.30 (16.44-58.27) kg/m². The mean BMI value was 17.40 kg/m² for group 1, 22.55 kg/m² for group 2, 27.25 kg/m² for group 3, and 33.75 kg/m² for group 4. At least one complication developed in 71.4% of the cases in group 1, these values were 58.5% - 52.8% - 35.2% for group 2, group 3, and group 4, respectively. It was determined that cases with high body mass index had a lower risk of developing complications in the postoperative period (p=0.003).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We found that body mass index is a factor that can give an idea about postoperative complications, prolonged air drainage, and hemorrhage in patients for whom resection is planned due to lung cancer.

6.The effects of intravenous paracetamol use on blood parameters in the treatment of patent ductus arteriosus
Gökçe Kaya Dinçel, Mustafa Dilek, Mervan Bekdaş, Selim Sancak, Nimet Kabakuş
doi: 10.54307/NWMJ.2023.55265  Pages 9 - 15
GİRİŞ ve AMAÇ: Yenidoğan bebeklerde önemli derecede hemodinamik dengesizliğe yol açan patent duktus arteriyozus (PDA) farmakolojik veya cerrahi yöntemlerle tedavi edilebilmektedir. Bu çalışmadaki amaç hemodinamik olarak önemli PDA saptanan yenidoğan bebeklerde intravenöz parasetamolü, kan tablosunda oluşturduğu değişiklikler açısından indometazin ve ibuprofen ile kıyaslamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kasım 2014 ve Aralık 2015 tarihleri arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitemizde PDA tanısı ile yatırılıp takip edilen ve oral alamayan veya indometazin-ibuprofen kullanımı için kontrendikasyonları bulunan vakalarda intravenöz parasetamol 4x15mg/kg/doz 3-6 gün arası kullanılmıştır. Bu vakalar, retrospektif olarak tedavi öncesi ve sonrası AST (Aspartat Aminotransferaz), ALT (Alanin aminotransferaz), üre, kreatinin, trombosit, nötrofil değerlerindeki değişiklikler açısından incelendi.
BULGULAR: Kasım 2014 ve Aralık 2015 tarihleri arasında toplam 10 PDA tanılı vakaya iv parasetamol tedavisi uygulanmıştır. Parasetamol tedavisi öncesi bu vakaların 1’inde üre değerinde artış, 2’sinde AST değerinde artış, 2’sinde de trombosit değerinde düşme varken tüm vakalarda tedavi sonrası değerler normal sınırlara ulaşmış, duktus arteriyozusun kapanması sonrası hemodinamik iyileşme görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: PDA kapanmasına olan etkisi ve diğer bilinen tedavi ajanlarına göre hasta kan tablosunda oluşabilecek yan etki profili değerlendirildiğinde, ülkemizde kolay bulunan, ulaşılması mümkün intravenöz parasetamolün PDA tedavisinde önemli bir seçenek olabileceği kanaatine varılmıştır.
INTRODUCTION: Patent ductus arteriosus (PDA), a cause of significant hemodynamic imbalance in newborn babies, can be treated using pharmacological or surgical methods. The purpose of this study was to compare intravenous (IV) paracetamol in newborns with hemodynamically significant PDA, with indomethacin and ibuprofen in terms of changes caused in blood parameters.
METHODS: Intravenous paracetamol was used for 3-6 days at 4x15 mg/kg/dose in cases diagnosed with PDA and admitted for follow-up between November 2014 and December 2015, and unable to receive oral medication or with contraindications for indomethacin-ibuprofen use. These cases were investigated retrospectively in terms of changes in pre and post-treatment AST (aspartate aminotransferase), ALT (alanine aminotransferase), urea, creatinine, platelet, and neutrophil values.
RESULTS: Intravenous paracetamol was administered to 10 cases of PDA, diagnosed between November 2014 and December 2015. Prior to paracetamol therapy, an increase in urea values was present in one case, increased AST in two, and decreased platelet values in two. Post-treatment values returned to normal ranges in all cases, and hemodynamic improvement was observed after the closure of the ductus arteriosus.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our analysis of its effect on PDA closure and its potential side-effect profile in patient blood parameters compared to other known therapeutic agents indicates that intravenous paracetamol, which is easily available and accessible in Turkey, may be an important option for the treatment of PDA.

7.Evaluation of hospital acquired infections in intensive care unit
Mustafa Deniz, Mehmet Balcı, Beyhan Öztürk, Fatma İmka Şafak
doi: 10.54307/NWMJ.2023.72692  Pages 16 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastane enfeksiyonları yatan hastalarda mortalite ve maliyet açısından ciddi bir sorundur. Bu çalışmamızın amacı, bir devlet hastanesi yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) 5 yıllık hastane enfeksiyonları ve risk faktörlerini, etken patojenleri, antibiyotik direnç durumlarını ve mortalite ilişkisini sunmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bolu İzzet Baysal Devlet Hastanesi Yetişkin YBÜ’lerinde Ocak 2016 ile Aralık 2020 arasında gelişen Hastane enfeksiyonları retrospektif olarak araştırıldı. Santral venöz kateter, derin trakeal aspirat, üriner kateter ve yara yeri gibi alanlardan alınan örnekler çalışıldı. Centers for Disease and Control-CDC kriterleri esas alınarak hastane enfeksiyonu tanısı konuldu.
BULGULAR: Ocak 2016 ile Aralık 2020 yılları arasında YBÜ’lerine toplam 3587 hasta yatmış olup, 309 (8,6 %) hastaya hastane enfeksiyonu tanısı konuldu. Komorbidite olarak bakıldığında en sık nörolojik bozukluklar görülürken, hastane enfeksiyonu gelişen hastalardaki en sık yatış tanısı sepsisti. Hastaların 38,8%’inde (n=120) Ventilator Associated Pneumonia(VAP) ile en sık hastane enfeksiyonu idi. Kültür izolat sonuçlarına bakıldığında, hastane enfeksiyonu olarak en sık izole edilen ajan Acinetobacter spp. (32,6%, n=101)’dı. Acinetobacter spp. ve Klebsiella spp. 4.9% ile tüm antibiyotiklere dirençliydi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yoğun bakımlarda farkındalık, fiziki şartlar, çalışan personelin eğitimi durumu vb. sebeplerden dolayı hastane enfeksiyonu oranları farklı çıkabilmektedir. Risk faktörlerinin iyi bilinmesi, şüphelenildiği durumlarda erken kültür izolat takibi ve uygun antibiyotik seçimi hastaların tedavisinde etkili olup, mortalitenin azalmasında etkili olabilir.
INTRODUCTION: Hospital acquired infections are a serious problem in inpatients in terms of mortality and cost. The aim of this study is to present hospital acquired infections and risk factors, causative pathogens, antibiotic resistance status, and mortality relationship in a public hospital intensive care unit (ICU) over the scope of 5-years.
METHODS: Hospital acquired infections developed between January 2016 and December 2020 in Bolu İzzet Baysal State Hospital Adult ICUs were investigated retrospectively. Samples taken from areas such as central venous catheter, deep tracheal aspirate, urinary catheter and wound area were studied. Hospital acquired infections was diagnosed based on Centers for Disease and Control (CDC) criteria.
RESULTS: A total of 3587 patients were admitted to the ICUs between January 2016 and December 2020, and 309 (8.6%) patients were diagnosed with hospital acquired infections. When considered as comorbidity, neurological disorders were the most common, while sepsis was the most common hospitalization diagnosis in patients with hospital infection. The most common hospital acquired infections was ventilator associated pneumonia (VAP) with 38.8% (n=120) of the patients. Examining the culture isolate results, the most isolated agent as hospital acquired infections was Acinetobacter spp. (32.6%, n=101). Acinetobacter spp. and Klebsiella spp. It was resistant to all antibiotics with 4.9%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hospital acquired infections rates may vary in intensive care units due to reasons such as awareness, physical conditions, education of working personnel, etc. Knowing the risk factors well, early culture isolate monitoring in suspected cases and selecting the appropriate antibiotic are effective in patient treatment and may reduce mortality.

8.Novel oral anticoagulants’ efficacy and safety in comparison to vitamin K antagonists and low molecular weight heparins
Mustafa Enes Demirel, Ufuk Turan Kürşat Korkmaz
doi: 10.54307/NWMJ.2023.70188  Pages 23 - 30
GİRİŞ ve AMAÇ: Venöz Trombombolizm(VTE)’de son standart tedavi, vitamin K antagonisti ile oral antikoagülasyondur. Bir K vitamini antagonisti ile tedavi, uluslararası normalleştirilmiş oranın (INR) sık sık izlenmesini gerektirir ve bu ilaçların çeşitli dezavantajları vardır. Doğrudan oral antikoagülanlar, oral anti-vitamin K antikoagülanlarına alternatif ilaçlardır. Daha güvenli aralıklarla yeni nesil oral antikoagülanlar (YOAK) kılavuzlarda kabul edilmiş ve tercih edilen ilaçlar haline gelmiştir. Bu çalışmada bir grup hastada üç yeni nesil antikoagülan ilacın sonuçlarını geriye dönük olarak incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif kohort çalışmasına toplam 218 yetişkin dahil edildi. Çalışmamızın örneklemini tedavilerinde warfarin, düşük molekül ağırlıklı heparin (DMAH), dabigatran, apixaban ve rivaroxaban’dan herhangi birini kullanan hastalar (n=218) oluşturmuştur. Çalışmada güvenlik ve etkinlik verileri geriye dönük tarandı. DMAH, warfarin ve YOAK için tedavi maliyetleri, tıbbi izlem için harcanan ücretler, INR ölçümleri için hastaneye ulaşım ücretleri ve altı aylık ilaç ücretleri hesaplanarak belirlendi.
BULGULAR: Warfarin ile karşılaştırıldığında (n: 1, %1,4) emboli nüksü riski apixaban grubunda daha yüksek bulundu (n: 6, %20, RR: 14,4, OR: 17,75, %95 GA: 2,03-154,99, p=0,002 ) ve rivaroxaban (n: 6, %19.4, RR: 13.94, OR: 17.04, %95 GA: 1.95-148.57, p=0.003) hasta grubunda da daha yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda literatürden farklı olarak rivaroksaban ve apiksaban gruplarında daha fazla kanama ve emboli nüksü görüldü. Bunun nedeni beslenme alışkanlıkları ve genetik faktörler olabilir.
INTRODUCTION: The last standard treatment for venous thromboembolism (VTE) is oral anticoagulation with a vitamin K antagonist. Treatment with a vitamin K antagonist requires frequent monitoring of the international normalized ratio (INR), and these drugs have several disadvantages. Direct oral anticoagulants are alternative drugs to oral anti-vitamin K anticoagulants. With safer ranges, novel oral anticoagulants (NOACs) have been accepted in guidelines as drugs of choice. This study aimed to retrospectively examine the outcomes of three new-generation anticoagulant drugs in a patient group.
METHODS: Two hundred eighteen adults were included in this retrospective cohort study. Patients are included in this study if they had been used any of these drugs in the past: Warfarin, low molecular weight heparin (LMWH), dabigatran, apixaban, and rivaroxaban. The study was conducted retrospectively for evaluating safety and effectiveness. Treatment charges for LMWH, warfarin, and NOAC were calculated based on info from the medical monitoring fee, approximate hospital transportation costs per INR measurement, and drug fees for 6 months.
RESULTS: In comparison with warfarin (n: 1, 1.4%), the risk of embolism recurrence was found higher with apixaban (n: 6, 20%, RR: 14.4, OR: 17.75, 95% CI: 2.03-154.99, p=0.002) and rivaroxaban (n: 6, 19.4%, RR: 13.94, OR: 17.04, 95% CI: 1.95-148.57, p=0.003) in patient groups.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Compared to the literature, the rivaroxaban and apixaban groups had greater bleeding and recurrence risk in our study. This may be due to dietary habits and genetic factors.

9.What is the effect of Bioglue® tissue adhesive on saphenous vein graft endothelium exposed to high pressure? An experimental model
Serdar Badem, Nail Kahraman
doi: 10.54307/NWMJ.2023.33042  Pages 31 - 37
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı koroner arter cerrahisinde kullanılan safen ven greftlerinde (SVG) BioGlue’nun (BG) basınç artışına bağlı hücresel hasarı önlemedeki etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu ex vivo çalışmaya yirmi gönüllü kabul edildi. SVG’ler, 120 mmHg basınçta, 250 ml/dk akış hızında kardiyopulmoner bypass (CPB) makinesinde 60 dakika sirkülasyonda tutuldu.
BULGULAR: BG tedavi grubunda; beş örnekte (%25) Tip 1 endotel hasarı, dokuz örnekte (%45) Tip 2 endotel hasarı ve iki örnekte (%10) Tip 3 endotel hasarı gözlendi. Dört örnekte endotel hasarı gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Safen ven greftine yüksek basınç altında BG uygulamasının gelişen doku sertliği nedeniyle endotel hasarına neden olmadığı gözlendi.
INTRODUCTION: This study aims to investigate the effect of BioGlue (BG) in preventing cellular damage due to pressure increase in saphenous vein grafts (SVGs) used in coronary artery surgery.
METHODS: Twenty volunteers were accepted into this ex vivo study. SVGs were kept in circulation in the cardiopulmonary bypass (CPB) machine for 60 minutes at a pressure of 120 mmHg and a flow rate of 250 ml/min.
RESULTS: In the BG treatment group; Type 1 endothelial damage was observed in five samples (25%), Type 2 endothelial damage in nine samples (45%), and Type 3 endothelial damage in two samples (10%). No endothelial damage was observed in 4 samples.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that the application of BG on the saphenous vein graft under high pressure did not cause endothelial damage due to tissue stiffness that developed.

10.The prevalence of temporomandibular disorders among medical students
Elif Yakşi, Adnan Demirel, Mustafa Fatih Yaşar, Serdar Kılınç, Muhammed Balcı
doi: 10.54307/NWMJ.2023.66376  Pages 38 - 44
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, Türkiye’de Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencileri arasında temporomandibular bozuklukların (TMD) sıklığınının belirlenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya 18- 30 yaşları arasında 211 tıp fakültesi öğrencisi dahil edildi. TMD’nin varlığı ve şiddeti, Fonseca’nın Anamnestik İndeksi (FAI) kullanılarak değerlendirildi. TMD ile ilişkili olabilecek parafonksiyonel alışkanlıklar, bruksizm ve ortodontik tedaviler sorgulandı.
BULGULAR: Fonseca Anamnestik İndeks (FAI) kullanılarak yapılan değerlendirmede katılımcıların 87’sinde (%41,2) TMD yok, 82’sinde (%38,9) hafif, 37’sinde (%17,5) orta, 5’inde (%2,4) şiddetli TMD saptandı. Kadınlarda TMD sıklığı erkeklere oranla istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti (p<0.05). Parafonksiyonel alışkanlıklar ve katılımcıların bildirdiği bruksizm sıklığı TMD olanlarda, olmayanlara göre anlamlı derecede yüksekti (p<0.05). Parafonksiyonel alışkanlıklar ve bruksizm varlığında TMD şiddeti anlamlı oranda artmıştı (p<0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tıp fakültesi öğrencilerinde FAI ile belirlenen TMD sıklığı %59 olup, kadın cinsiyet, parafonksiyonel alışkanlıklar ve bruksizmin TMD ile ilişkili olduğu saptanmıştır.
INTRODUCTION: This study aimed to evaluate the frequency of temporomandibular disorders (TMD) among students at the Abant Izzet Baysal University Medical Faculty in Turkey.
METHODS: Two hundred eleven medical students aged between 18 and 30 were included in the study. The presence and severity of TMD were evaluated using the Fonseca Anamnestic Index (FAI). Parafunctional habits, bruxism, and orthodontic treatments potentially associated with TMD were investigated.
RESULTS: No TMD was determined in 87 (41.2%) of the participants, mild TMD in 82 (38.9%), moderate TMD in 37 (17.5%), and severe TMD in five (2.4%) in the evaluations performed using the FAI. The frequency of TMD was significantly higher in women compared to men (p<0.05). The incidences of parafunctional habits and self-reported bruxism were significantly higher among participants with TMD compared to those with no TMD (p<0.05). The severity of TMD also increased significantly in the presence of parafunctional habits and bruxism (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The incidence of TMD among medical students was 59% and female gender, parafunctional habits, and bruxism were found to be associated with the disorders.

11.Seroprevalence of Francisella tularensis in patients with neck mass complaints
Serdar Ferit Toprak, Muhammed Ayral, Serkan Dedeoğlu, Erdal Özbek, Hakan Temiz
doi: 10.54307/NWMJ.2023.97269  Pages 45 - 49
GİRİŞ ve AMAÇ: Tularemi, kuzey yarımkürede endemik olarak görülen zoonotik bir hastalıktır. Hastalığın etkeni Francisella tularensis’tir. Francisella tularensis, Türkiye’de, Marmara ve Karadeniz bölgelerinde endemiktir ve küçük salgınlara neden olmaktadır. Bu çalışmada, Kulak Burun Boğaz polikliniğine boyunda kitle şikayeti ile başvuran hastalarda Francisella tularensis seroprevalansının iki farklı yöntem kullanılarak araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastaneleri Kulak Burun Boğaz polikliniğine Ocak 2021-Aralık 2021 tarihleri arasında boyunda kitle şikayeti ile başvuran hastalardan serum örnekleri toplandı. F. tularemia karşı oluşan antikorlar ticari olarak temin edilebilen immunokromatografik (ICT) ve kemilüminesans (CHT) yöntemle çalışılan testlerle tespit edildi. Brusellozda oluşan antikorlarla çapraz reaksiyonları belirlemek için tüm serumlara Rose-Bengal tarama testi yapıldı. Tarama testleri pozitif olan hastaların serumlarına Brucella immunocapture aglütinasyon testleri (BCT) yapıldı.
BULGULAR: Boyun kitlesi tanısı alan hastaların yaşları 14-70 arasında değişmekte olup, ortalama yaş 44,5±12,1’di. Hastaların 62’si (%62) erkek, 38’i (%38) kadındı. Test sonuçları değerlendirildiğinde, hem ICT hem de CHT yöntemiyle iki farklı serum F. tularemia için pozitif bulundu. Brucella antikorları için ilk serumun testleri negatifti. Kemilüminesans yöntemle çalışan testte ikinci serumun titresi düşük derecede pozitif saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Boyunda kitle şikayeti ile başvuran ve özellikle kırsal kesimde yaşayan hastalarda ayırıcı tanıda tularemi düşünülmeli ve spesifik tanı testleri yapılmalıdır. Ayrıca Diyarbakır’da yapılacak moleküler test teknikleriyle desteklenmiş daha kapsamlı bir seroprevalans çalışması, tulareminin bölgemizi ne ölçüde etkilediği ve hangi alt türün etken olduğu konusunda daha net veriler sağlayacaktır.
INTRODUCTION: Tularemia is a zoonotic disease endemic in the northern hemisphere. The causative agent of the disease is Francisella tularensis. F.tularensis is endemic in Turkey, predominantly in the Marmara and Black Sea regions, and causes small outbreaks. This study aimed to investigate the seroprevalence of F.tularensis in patients admitted to the Otorhinolaryngology outpatient clinic with the complaint of neck mass by using two different methods.
METHODS: Serum samples were collected from patients who were admitted to the Otorhinolaryngology outpatient clinic of Dicle University Faculty of Medicine Hospitals between January 2021 and December 2021 with the complaint of neck mass. A commercially available immunochromatographic lateral flow test (ICT) and a single-assay chemiluminescence test (CHT) were used to detect F.tularensis antibodies. Rose-Bengal test was performed on all sera to determine cross-reactions with antibodies produced in brucellosis. Brucella immunocapture agglutination tests (BCT) were performed on the sera of patients with positive screening tests.
RESULTS: The ages of patients diagnosed with neck mass ranged between 14–70 years, with a mean age of 44.5±12.1 years. Sixty two (62%) of the patients were male, and 38 (38%) were female. When the test results were evaluated, two sera were positive for F.tularensis by both ICT and CHT methods. The first serum tests were negative for Brucella. The titer of the second serum in the chemiluminescence test was low positive.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Tularemia should be considered in the differential diagnosis of patients presenting with neck mass complaints, especially in patients living in rural areas, and specific diagnostic tests should be performed. In addition, a more comprehensive seroprevalence study supported by molecular testing techniques to be conducted in Diyarbakır will provide clearer data on the extent to which tularemia affects our region and which subspecies is the causative agent.

12.Epilepsy and drug-resistant epilepsy in neurocutaneous syndromes
Ayşegül Danış, Fatma Hancı
doi: 10.54307/NWMJ.2023.77486  Pages 50 - 55
GİRİŞ ve AMAÇ: Epilepsi sıklıkla nörokutanöz sendromlara eşlik eder. Epileptik nöbetlerin neden olabileceği komorbid durumlar nedeniyle nöbet sıklığı, tipi ve nöbetin süresi de nörokutanöz hastalıkların prognozunu etkiler. Bu çalışmanın amacı, nörokutanöz sendromlarda epilepsi ve ilaca dirençli epilepsi görülme sıklığını ve ilaca dirençli epilepsi gelişimini etkileyen faktörleri incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde nörokutanöz sendromlar nedeniyle takip edilen 24 hastanın 9’u Tüberoz Skleroz Kompleksi (TSK), 6’sı Sturge-Weber sendromu ve 9’u Nörofibromatozis tip 1 tanısı aldı. Tanı yaşı, tanı anındaki bulgular, eşlik eden epilepsi olup olmadığı, nöbet başlangıç yaşı, nöbet tipi ve sıklığı, kullanılan antiepileptik ilaçlar, antiepileptik ilaçlara yanıt, elektroensefalografi ve beyin manyetik rezonans görüntüleme bulguları, nörolojik-nöro-oftalmolojik ve fizik muayene ve sistemik bulgularını inceledik.
BULGULAR: Nöbetlerin başlama yaşı 4 ay-4 yıl arasında değişmekteydi. TSK’lı hastaların tümünde tanı anında nöbet öyküsü vardı ve hastaların %55’inde ilk nöbet epileptik spazm şeklindeydi. Sturge-Weber sendromunda tanı anında hemiparezi ve porto şarabı lekesi bulunurken, daha sonra eşlik eden nöbetler gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: TSK’da eşlik eden epilepsi ve ilaca dirençli epilepsi sıklığının oldukça yüksek olduğu söylenebilir.
INTRODUCTION: Epilepsy frequently accompanies neurocutaneous syndromes. Due to the comorbid conditions that epileptic seizures may cause, their frequency, type, and duration also affect the prognosis of neurocutaneous diseases. The purpose of this study was to examine the frequency of epilepsy and drug-resistant epilepsy in neurocutaneous syndromes, and factors affecting the development of drug-resistant epilepsy.
METHODS: In our clinic, nine of the 24 patients who were under follow-up due to neurocutaneous syndromes were diagnosed with Tuberous Sclerosis Complex (TSC), six with Sturge-Weber syndrome, and nine with Neurofibromatosis type 1. We examined the age at diagnosis, findings at the time of the diagnosis, the presence of accompanying epilepsy, age at onset of seizures, seizure type and frequency, antiepileptic drugs used, responses to antiepileptic drugs, electroencephalography and brain magnetic resonance imaging findings, neurological-neuro-ophthalmological and physical examination results, and systemic findings.
RESULTS: Age at onset of seizures ranged between four months and four years. A pre-diagnosis history of seizure was present in all the patients with TSC, and the first seizure in 55% of the patients was epileptic spasm type. Hemiparesis and port wine stain were present at the time of diagnosis in Sturge-Weber syndrome, while accompanying seizures were observed later.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The frequency of accompanying epilepsy and drug-resistant epilepsy is higher in the TSC.

REVIEW ARTICLE
13.Deep brain stimulation in idiopathic Parkinson’s disease
Canan Akünal Türel, Murat Arıcan
doi: 10.54307/NWMJ.2023.96967  Pages 56 - 61
Parkinson hastalığı (PD), tremor, rijidite, bradikinezi ve postural instabilite ile karakterize ikinci en yaygın nörodejeneratif ve ilerleyici nörolojik hastalıktır. PD patofizyolojisindeki değişiklikler, en belirgin olarak substantia nigradaki melanin içeren dopaminerjik hücrelerde gözlenir. Bu bölgede nöron kaybı ve gliozis görülürken, sağlam kalan nöronlar Lewy cisimcikleri adı verilen sitoplazmik inklüzyonlar içerebilir.
İleri PD’de cihaz destekli tedaviler arasında hasta memnuniyeti en yüksek uygulama yöntemi olan Derin Beyin Stimulasyonu’dur (DBS). Hastalığın ilerlediği, ilaç tedavisinin önceki kadar yanıt vermediği, donma ve on-off diskinezilerinin başladığı durumlarda DBS tedavi yöntemi ile nöromodülasyon, sıklıkla tercih edilmektedir. Subtalamik çekirdek (STN) DBS, bunlar arasında en çok tercih edilen yöntemdir. DBS tedavisi sadece motor semptomlara değil aynı zamanda non-motor semptomlara da fayda sağlamaktadır.
DBS’nin başarısı, levodopaya yeterli yanıt, uygun hasta seçimi, hedef bölgenin başarılı nöroanatomik ve radyolojik lokalizasyonu ve hareket hastalıkları konusunda deneyimli bir ekibe dayanmaktadır.
Etkinliği çeşitli çalışmalarla kanıtlanmış olan derin beyin stimülasyonunun etki mekanizmasını anlamak için birçok çalışma yapılmaktadır. Elektrotların sağladığı uyarma ve baskılayıcı etkiler, karmaşık bir nöronal ağ ile işlenerek klinik sonuçlar elde edilir. Bu yazıda Parkinson hastalığında derin beyin stimülasyonu, tedavi başarısında püf noktalar, uygun hasta seçimi ve DBS’in etki mekanizmaları incelenecektir.
Parkinson’s disease (PD) is the second most common neurodegenerative and progressive neurological disorder characterized by tremors, rigidity, bradykinesia, and postural instability. Changes of disease in PD pathophysiology are observed in melanin-containing dopaminergic cells in the substantia nigra. While neuronal loss and gliosis are observed in this region, the remaining neurons may contain cytoplasmic inclusions called Lewy bodies.
Deep Brain Stimulation (DBS), is the method of application with the highest patient satisfaction among device-assisted treatments in advanced PD. The DBS method is frequently preferred in cases where the disease progresses, drug treatment does not respond, and freezing and on-off dyskinesias begin. The most preferred method among these is subthalamic nucleus (STN) DBS. DBS treatment improves not only motor symptoms but also non-motor symptoms.
The success of DBS is based on adequate response to levodopa, appropriate patient selection, successful neuroanatomical and radiological localization of the target area, and a team experienced in motion sickness.
Many studies are being conducted to understand the mechanism of action of deep brain stimulation, the effectiveness of which has been proven by various studies. The excitation and suppressive effects provided by the electrodes are processed with a complex neuronal network and clinical results are obtained. In this article, deep brain stimulation tricks, choosing appropriate patients, and mechanisms of action in Parkinson’s disease will be summarized.

CASE REPORT
14.A pediatric forearm fracture case with delayed union, re-fracture, and COVID-19 pandemics-related surgical delay
Batuhan Gencer, Mehmet Murat Arslan, Özgür Doğan
doi: 10.54307/NWMJ.2023.80664  Pages 62 - 66
Pediatrik önkol kırıklarında intramedüller Titanyum Elastik Çivileme (TEÇ) sonrası fiksasyon sonrası çeşitli komplikasyonlar tarif edilirken, gecikmeli kaynama oranları %4 civarında bildirilmektedir. Olgumuzda önkol kırığı sonrası TEÇ uygulanan 12 yaşındaki hastaya 16 haftalık takip sonunda ulnada kaynama yetersizliği nedeniyle sekonder cerrahi önerildi. Maalesef ameliyat öncesi hazırlık sürecinde hasta ikinci bir darbe aldıktan sonra mevcut kallus oluşumu kayboldu. Ayrıca aile pandemi korkusuyla operasyonu reddetti. Hastanın ailesi 35 hafta sonra operasyona onam verdi ve hasta ameliyat edildi. Altı aylık takip sonunda tam hareket açıklığı ile tam kaynama sağlandı. Sonuç olarak, çocuk önkol kırıklarında kaynama gecikmesi açısından dikkatli olunmalı, yakın takip ve dikkatli değerlendirme yapılmalı, gerektiğinde ikincil cerrahi müdahaleden kaçınılmamalıdır.
While several complications are described after intramedullary fixation using Titanium Elastic Nails (TEN) for pediatric forearm fractures, delayed union rates are reported to be around 4%. A 12-year-old patient, who underwent TEN after a forearm fracture, was recommended to have a secondary surgery due to nonunion at the ulna after 16 weeks of follow-up. Unfortunately, the existing callus formation was lost after the patient received a second blow during the preoperative preparation process. Moreover, the family refused the operation because of the fear of the COVID-19 pandemic. The patient’s family gave consent after 35 weeks, and the patient was taken under the operation. The complete union was achieved with a full range of motion after 6 months of follow-up. In conclusion, in pediatric forearm fractures, one should be careful about the delayed union, carry out close follow-up and thorough evaluation, and secondary surgery should not be avoided when necessary.

LookUs & Online Makale